İnsanlar birbirlerinden nefret ettiklerini göstermiyor ama kulağı sağır edecek kadar yüksek sesle haykırıyordu.
Mikail kalabalığın tam ortasında durdu, gözlerini kapadı. İnsanların aklından geçenler kulaklarını delercesine acıtıyordu. İnsanların aklından geçenler insanlığın sonunu getiriyordu. Kimse kimseden memnun değildi; çünkü kimse kendinden memnun değildi. Kimse kimseyi sevemiyordu; çünkü kimse kendini sevmeyi bilmiyordu. Ve geri dönüş yoktu. Tam o anda kararını verdi. Artık cennetin başkomutanı diye anılmayacaktı. İşte cennetle cehennemin kavgası o an başladı. Mikail, kalabalığın ortasında dikilirken bir kişinin bile başkasının iyiliğini yürekten istemediğini duyduğu anda kararını verdi. İnsanlık bencilliğini ve kibrini fark etmeliydi. Kendine baktığında kim olduğuyla ilgilenmeyip olmak istediği kişiyi görmekten vaz geçmeliydi. Yatmadan önce aynanın karşısında aksiyle karşılaşıp dilek dileyen herkesin istekleri gerçek olacaktı. Kendi yansımalarında içlerinin çürümüşlüğü ile yüzleşecek, karmanın gücünü enselerinde hissedeceklerdi. Aynalar herkesin karanlığını yansıtırdı. Çünkü aynalar insanlığın en derin sırlarının tek ortağıydı. Ve herkes yatmadan önce kendiyle karşılaşır, sırlarını paylaşırdı.
Sezin eve döndüğünde hızlıca üzerini değiştirip şarabını doldurdu, camdan dışarı baktı. Rengi sarıya dönük olan dolunay onu hep mutlu ederdi. Ancak bu gece aya baktığında bir ürperti hissetti. O kadar yorgundu ki kadehinin yarısını bile bitirmeden uykusu geldi. Sabah önemli bir sunumu vardı ve çirkin görünmek istemezdi. Aynanın karşısına geçip makyajını temizlemeye başladı. Güzeldi, alımlıydı. Ama bir türlü uzun süreli ciddi ilişkisi olmuyordu. Aynaya yaklaşıp göz çevresinde oluşmaya başlayan kırışıklara baktı. Kendi yansımasını görünce yalnızlığını paylaşan, kimseye söyleyemedikleri sırlarına sahip olan aynasının karşısında dili çözüldü.
“Ulan stajyer parçası Pınar, ben de Ali’yi sana yedirirsem ne olayım. Kadrolu filan olamayacaksın. Yemin ederim olamayacaksın! Seni bir kaşık suda boğasım var!”
İşi bitip yatağına uzandığında hemen uyuya kaldı. Alarmın sesiyle uyandığında rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyor ve üzerindeki ağırlıktan kurtulamıyordu. Kafasından yalnızca tek bir cümle geçiyordu: “Ne istediğine dikkat et”
Bugün önemli bir gün olduğu için keyfinin kaçmasına izin vermeyecekti. Duşa girmek üzere yataktan kalktı, suyu açtı. Tepesinden yağmur misali akan suyun altına girip kafasını kaldırdı. O anda bir su damlası genzine kaçtı, nefes alamıyordu. Panik olmuştu. Bir kaşık bile etmeyecek su damlası onu boğuyordu. En büyük korkusuydu nefessiz kalıp ölmek ve şimdi kimse sesini duyamazdı, akciğerlerini dolduran bir damlacık suda boğulmasına engel olamazdı. Gözleri kapanırken beyninde tek bir cümle yankılanıyordu: “Ne istediğine dikkat et”. Ölmeden önce gözünün önünde canlanan son kişi Pınar olmuştu. Bir kaşık suda boğmak istediği kişi Pınar’ken kendisi suyun altında can çekişiyordu. Düşündüklerini hatırlayınca daha çok panik oldu. Her insan ölüme yaklaştığında başkalarına yaptığı kötülüklerden dolayı pişmanlık duyacağını biliyordu da kimse ölümü kendine yakıştıramıyordu.
Mikail zifiri karanlığın ortasında dikilmiş duruyordu. Binlerce aynanın yansımasında binlerce farklı insan vardı. Sağına baktı, aynanın karşısında şarkı söyleyen Pınar’la göz göze geldi. Pınar, Mikail’i fark etmedi; ama kendi yansımasına baktığında bir an ürperdi. Mikail “Ne istediğine dikkat et,” diye tekrarladı, Pınar duymasa da kabustan ürpererek uyandı.
Eşref komiser, başını fotoğraftan kaldırdı, pencereden Galata kulesine doğru baktı. Yerde çıplak yatan kadının çekiciliğine teslim olmadan görevini yapabilmek için başka bir manzaraya odaklanmalıydı. Adli tıp raporuna göre kadının vücudunda uyuşturucuya rastlanmamıştı, beyin kanaması ve kalp krizi şüphesi de elenmişti. Boğazındaki tahriş dışında ölümüne sebep olabilecek herhangi bir bulgu yoktu. Kadının astımı vardı, ancak ölümcül hastalık sayılmıyordu. Raporda nefessiz kalarak öldüğü yazıyordu. Kadının ailesi İstanbul’un sosyete kesiminden olmasa ve gazeteler bu haberle çalkalanmasa, ölüm raporunda nefes darlığı sonucu ölüm yazar, kimse konuyu araştırmazdı. Ama bu memlekette insanın manevi değeri, maddi ederi kadardı.
O sırada Erdem bir hışımla içeri daldı. Eşref Komiserin çok kızdığını anlasa da söyleyecekleri mühimdi.
“Komiserim, çok acayip bir şey oldu. Sezin ile aynı şirkette çalışan bir stajyer, adı Pınar…” Erdem durup boğazını temizledi. Eşref’in ilgisini çektiğinden ve içeri daldığı için ona kızmayacağından emin olunca devam etti.
“Az önce bir trafik kazasında öldü!”
“Nasıl yani üç gün arayla aynı şirkette çalışan iki kişi mi öldü?”
Pınar, o gün kendini iyi hissetmediği için işten erken çıktı, otoparkta bekleyen arabasını bile almadan bir taksiye atladı. Yağmur çiseliyordu. Sezin’den hoşlanmamasına rağmen ölümü onu derinden etkilemişti. Camdan dışarı bakarken kendi yansımasıyla karşılaştı. Sezin ona bağırdıktan sonra arkasından söylediklerini hatırladı. “Şu karı şuracıkta gözümün önünde kaza geçirse yemin ederim ambulansı bile aramam!” diye yazmıştı bir arkadaşına ve Sezin ölmüştü. İnsan gerçekten düşünceleriyle bir şeyleri oldurabiliyor muydu? Eğer düşünceler gerçeğe dönüşüyorsa bir insanın ölümünden sorumlu olurdu ve bu yüzden cehennem ateşinde yanabilirdi. Pınar inançlıydı.
Ani bir fren sesi duyuldu. Taksi dönmeye başladı ve elektrik direğine çarptı. Şoför kaçıp kendini kurtardı da, Pınar’ın bacağı sıkıştı ve kaçamadı. Araba büyük bir patlamayla alevler içinde kaldığında Pınar yakıcı ateşe sürüklendiğini anladı. Biraz önce aklından geçen cehennem ateşi bu olmalıydı. Gece rüyasında biri ne istediğine dikkat et mi demişti? Sezin aklına takıldı, daha dün komiser Eşref herkesi sorgulamıştı. Şimdi onun için de gelirler miydi? Alevler vücudunu sararken bacağı serbest kaldı ve her yer karardı.
Eşref komiser olay yerine vardığında şoför kazayı anlatıyordu.
“Abla kaç, araç alev alacak dedim; ama kadıncağız sadece boşluğa bakıyordu. Kolundan tutup çekmek istedim, gülle gibi ağırdı memur bey. Ben de n’apayım, kaçıp kendi canımı kurtardım”
Eşref tesadüflere inanmazdı, o yüzden aklı karışmıştı. Ama ortada herhangi bir suç aleti de yoktu, otopsi raporunda cinayet olabileceğini gösterecek herhangi bir bulgu da. Sezin zaten astım hastasıydı, koruyucu ilaçlarını düzenli kullanmadıysa pekâlâ bu durum ölümüne sebep olabilirdi. Pınar ise yakıtın sıcak motor üzerine sızıntı yapmasından dolayı paniklemiş, o anda aracın içinden çıkacak kadar soğukkanlı olamayınca da oracıkta can vermişti. Bir hafta içinde aynı şirketten iki kişi ölünce tüm çalışanlar korkmuş, önce kurşun döktürmüş ardından işe gitmemek için bahaneler uydurmaya başlamışlardı. Magazin haberlerini çok seven köşe yazarları da hemen hurafelerle ilgiyi bu ölümlere çekmeyi başarmışlardı. Kendini ruh bilimci! olarak tanıtan birkaç şarlatanla röportaj yapılmış, ölüm sebepleri bazılarına göre kem göze bazılarına göre üç harflilerin şirkete dadanması gibi komik nedenlere dayandırılmıştı. Komiser kalabalığın arasında Sezin’in avukatını gördü. Siniri tepesine çıksa da avukata dik dik bakmak dışında yapabileceği bir şey yoktu. Adama burada işi olmadığını söylese birkaç dakika içinde savcının arayacağına ve onu bu görevden alacağına emindi, sustu. Taksicinin anlattıklarını dinlemeye devam etti. Mikail de kalabalığın arasındaydı.
Taksicinin sorgusu bitince avukat, Eşref’in yanına geldi. Tüm detayları anlatması için “Evet?” demesi yeterliydi.
“İki ölümde de şüpheli bir durum yok Avukat Bey. Kayıtlara cinayet olarak geçmesini ve araştırılmasını, Sezin’e yeniden otopsi yapılmasını talep eden ailesi işi uzattıkça uzatıyor siz de buna alet oluyorsunuz”
“Burak” dedi avukat. Belli ki kendisine ‘Avukat Bey’ denilmesinden hoşlanmamıştı. Bunu fırsat bilen komiser de konuşmanın başından sonuna kadar “Avukat Bey” demeye devam etti. Hıncını alabilecek başka bir yolu yoktu.
Olayın üzerinden üç hafta geçmiş, tüm teşkilat iki ölümün arasında zorla bağlantı aramaktan ve cinayet olmadığını ispat etmek yerine cinayet olduğunu iddia edenlere uygun kanıtlar bulmaya çabalamaktan yorgun düşmüştü. Ailenin ısrarı herkesi delirtmişti. Yakında karşılarına bir kurban çıkarıp da “İşte katil bu, kanıtlar da bunlar” deseler kimse inkâr etmeyecekti. Bu sosyetiklerin işi belli olmazdı, pisliklerini bilen birini içeri tıkmak için her yol mubah olabilirdi. Daha önce böyle olaylara o kadar çok şahit olmuşlardı ki; kaç tane fakir, gencecik çocuk, zengin sahiplerinin işlediği günahların ceremesini çekerek onlar yerine hapse girmişti. Kaç olayda deliller karartılmış, bazen polisler, bazen avukatlar satın alınmış, birilerinin hayatı kaydırılmıştı.
Üç hafta sonunda gündem değişmiş, gazeteler artık eskiyen ölüm haberi yerine sosyetenin aldatma haberlerine yer verir olmuştu. Ülkede herkesin bu kadar meraklı olmasının, dedikoduları vakum gibi emerek hızlıca tüketmesinin bir gün işine yarayacağını hiç düşünmeyen cinayet masası her gün magazini takip ederek eğlenir olmuştu. Gündemin hızlı değişimi sayesinde savcı da onları eskisi kadar sıkıştırmıyordu. Tam rahatladıklarını düşündükleri sırada bir telefon geldi. Arayan ısrarla Eşref Komiserle görüşmek istiyor, Sezin ve Pınar’ı öldürdüğünü iddia ediyordu. Kimse kendisine inanmayınca da “Size göstereceğim, pişman olacaksınız!” diye bağırıp telefonu kapattı.
Aramadan iki gün sonra, gecenin bir yarısı Eşref Komiser uyurken telefonu çaldı. Bu saatte çalan telefonun tek bir sebebi olabilirdi. Açtı ve “Alo” bile demeden söylenenleri dinlemeye başladı.
“Abi, çok acayip bir şey oldu. Aynı ajanstan bir kişi daha öldü abi. Bu sefer maktul erkek. Abi bir de şey oldu… Birkaç gün önce adamın teki arayıp seninle görüşmek istedi. Adı Maykıl mı Mikail mi neymiş. Sezin ve Pınar’ı öldürdüğünü iddia etti. Biz dalga geçince de çok kızdı…”
Eşref daha fazla dinlemeden telefonu Erdem’in yüzüne kapattı. Olay yerinin konumu telefonuna gelmişti. Kafası o kadar karışıktı ki Erdem’e küfürler savurmak istemişti, ama kendi bile cinayet olduğuna inanmazken bir manyağın telefonla aradığını söylememelerine kızamazdı. Bu davadan o kadar bıkmışlardı ki kendisi olsa muhtemelen aynı şeyi yapardı.
Olay yerine vardığında mahcup bir halde kendisine doğru yürüyen Erdem’le göz göze gelmeden karakola dönmesini istedi. Aynı manyak yeniden arayabilirdi. “Ona benim cep telefonumu ver” diye ekledi. Gazeteciler durumu öğrenip orayı basmadan hızlıca memurlardan bilgi aldı, maktulü inceledi ve arabasına geri döndü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Aynı şirketten iki ölümü tesadüf diye adlandırabilirdi, ama ya üçüncüyü kime nasıl açıklayacaktı? Kendine bile mantıklı bir açıklama yapamıyordu. Üç beş kuruş için basına elbet haber sızdırılacaktı. Ama bu kadar çabuk olacağını beklemiyordu. Telefonu çalmaya başladı.
“Hayri Allah aşkına kaç para verdin olm? Bak iyi maaş bağlıyorsan ben de köstebek olayım”
Hayri’yi severdi. Eşref Komiseri arayıp teyit almadan hiçbir haberi yayımlamazdı. Ama gammazlayanı da asla söylemezdi. Hayri bu haberin değerini biliyordu. O yüzden kendi yayımlamadan başka gazetelerde çıkmaması için yüklü bir ödeme yapmıştı. Eşref Komiserle ilişkilerini riske atmak da işine gelmezdi. Komiser kendisinden iki gün istedi. Eğer katil zanlısı yeniden aramazsa Hayri’yle röportaj yapacağının sözünü verdi. Ortada bir katil zanlısı olduğunu kendi ağzıyla itiraf edecekti. Bu cinayet masasının da işine gelecekti. Üçüncü cinayet ya da doğal ölüm, adı her neyse savcıyı ve avukatı yeniden harekete geçirecek, katil tekrar aramazsa da ona ulaşmanın bir yolunu bulmaları gerekecekti. Savcı, şüpheli aramayı dikkate almadıklarını öğrendiği anda delirecekti. Olaylar çığırından çıkmadan o herife ulaşmalıydı.
Rafa kaldırdıkları tüm dosyalar yeniden masaya serildi, otopsi raporları, delil sayılabilecek birkaç parça eşya bu sefer dikkatle incelendi. Çalışanlar bir defa daha sorgulandı. Korku iyice artmıştı. Ortada bir katil olmadığına, gerçekten cinlerin musallat olduğuna iyice inanmaya başlamış, sorgu sırasında saçma sapan konuşmaya başlamışlardı. Arayan kişi adının Maykıl olduğunu söylemişti, ama ajans çalışanlarının hiçbiri bu ismi daha önce duymamıştı. Oysaki Mikail’i sorsalar birkaçı kesinlikle kendisinden bahsedecekti. Musallat olanın cinler değil de iblise karşı savaşan melek olduğunu fark edeceklerdi. Mikail hak ettiği değeri görecekti.
İki gün geçti, karakolu arayıp cinayetleri üstlenen olmadı. Eşref Komiser artık Hayri’yi aramak zorundaydı. Savcının karşı çıkmalarına rağmen sonunda herkes en doğrusunun gazetelerde yayımlanması ve katil zanlısının gururunun okşanması gerektiği konusunda ikna oldu. Manşet aynen şöyleydi: Cinayet Masası Meydana Gelen Ölümlerin Cinayet Olduğunu İtiraf Etti. Şimdi Katil Zanlısı Aranıyor.
Yapacak tek bir şey kalmıştı. Aynı manyağın yeniden aramasını beklemek…
Mikail radyoyu açıp gazete manşetlerini okuyan çocuğu dinlediğinde yüzünü buruşturdu. Kendisinden katil değil de kurtarıcı olarak bahsedilmesini beklerdi. Ölümüne sebep olduğu genç adamı düşündü. Aynada kendisiyle son bakışmasında aklından kötü fikirler geçmeseydi elbette ki kurtulabilirdi. Sabah uyanır uyanmaz kendini asma isteğine engel olabilirdi. Ama insanlar böyleydi, başkalarının iyiliğini istermiş gibi yapıp onların acizlikleri ve başarısızlıklarıyla beslenirlerdi. Kendisinden daha başarılı olana çok azı tahammül edebilirdi. Mikail evden çıkmak üzere hazırlanırken en şık takım elbisesini giydi.
Kapıda ne için geldiğini soran memura “Aradığınız katil benim” dediği anda silahlar çekildi. Tam filmlerdeki gibiydi. Hemen Eşref komiser arandı, o gelene kadar kimse silahını indirmedi, kelepçe takmaya çalışmadı; film birazdan izlenmek üzere durdurulmuş gibiydi. Herkes hareketsizdi. Mikail ise ellerini yukarı kaldırmak yerine önünde kenetlemiş, hepsinin gözünün içine bakıyor, aklından geçenleri tek tek okuyordu. Nihayet Eşref Komiser teşrif etmişti. Tek hareketiyle film yeniden başladı. Erdem katil zanlısının koluna girerek sorgu odasına doğru ilerlemeye başladı. Ama adama dokunduğu anda bir ürperti hissettiğini itiraf etmeliydi. Bu herifin bakışları bile bir acayipti.
Üçü karşılıklı oturdu. Bir süre kimse konuşmadı. Hepsi birbirini tartıyor gibiydi. Adam batik bir bluz ve şalvar giymişti. Gözlerine sürme çekmiş, burnuna hatta kaşına bile acayip aksesuarlar takmıştı. Kaşını sanki bir odun parçasıyla ikiye ayırmış gibiydi. Böyle bir tipin saçlarının rastalı olmasını, saç sakalının birbirine karışmasını beklerken üç numara traşlı olması da ayrıca şaşırtıcıydı. Mikail baştan aşağı süzüldüğünü fark edince konuşmaya başladı.
“Aslında takım elbise giymiştim, ama son anda beklentinizi karşılamak adına böyle giyindim. Saçlarımın kusuruna bakmayın bir anda uzayamıyor sonuçta değil mi?” derken pis pis sırıtıyordu. Eşref Komiser düşüncelerinin okunduğu hissiyle rahatsız olmuş, oturduğu yerde kıpırdanmaya başlamıştı. Daha dik oturmalı, kontrolü eline almalı ve artık sorguya başlamalıydı.
“Mikail” dedi zanlı. “Adımı soracaktınız değil mi? Yok bu sefer düşüncelerinizi okumadım. Bana hitap edebilmeniz için adım lazım sonuçta”
“Peki Mikail Bey, karakolu arayıp katil olduğunu itiraf eden siz miydiniz?” Eşref Mikail’in kimliğine bakıp gerçek adını okuduğunda gülmemeye çalıştı.
Mikail kafa salladı. Konuşarak anlaşmak ne kadar sıkıcı ve nasıl bir zaman kaybıydı. Muhtemelen bu muhabbet tüm gününü alacaktı. Oysa zamanı kıymetliydi. Bu yüzden onlar sormadan her şeyi anlatacaktı.
“Benim adım Mikail. Soyadım yok. Bir melek olarak dünyada yaşamayı tercih ettim ve işte buradayım. Yaşadığın yerin kurallarına uymak gerekir öyle değil mi? Ben de bu yüzden kendime bir kimlik ve meslek seçtim. Medyumum ve çok iyi para kazanıyorum. Benim için insanların düşüncelerini okumak ya da geleceği anlatmak tahmin edersiniz ki çok basit…”
Eşref komiser bir el hareketiyle sözünü kesti. Bu saçmalıkları dinleyecek ve bir manyakla uğraşacak vakti yoktu.
“Mikail Bey, bu detayları geçelim. Bana üç maktulü öldürdüğünüze dair kanıt gösterebilir misiniz?” Bu soruyu sorduğuna inanamıyordu. Ne hallere düşmüşlerdi. Üç kişi ölmüştü, ellerinde cinayet olduğuna dair tek bir kanıt yoktu ve bir deliden katil olduğunu ispat emesini bekliyorlardı.
“Kanıt olarak size kanlı bir bıçak, ölenlere içirdiğim bir zehir ya da arabayı bozmak için kullandığım bijon anahtarını gösteremem. Çünkü onları kendi düşünceleriyle öldürdüm”
Eşref Komiser delirmek üzereydi, adamın yakasına yapışınca Erdem de ayağa kalktı ve amirini sakinleştirmeye çalıştı. Mikail’in yüzünde korktuğuna dair hiçbir ifade yoktu. Donuk bakışları ve hafif gülümsemesiyle sabit duruyordu.
“İzin verirseniz kanıtımı anlatayım Eşref Bey, inanın tatmin olacaksınız”
Eşref yerine oturdu ve adamın konuşmasını bekledi.
“Beynin yapısını hiç incelediniz mi Eşref Bey? Öyle karmaşıktır ki dünyada çözülmesi en zor ve hatta imkânsız olan bilmecedir. Gerçekten çabaladığınızda tüm hayal ettiklerinizi gerçeğe dönüştürebilir. Hani şu kişisel gelişim kitaplarında anlatılan ve çoğunuzun gülüp geçtiği ‘hayal et, gerçek olsun’ felsefesine uygun bir yapısı vardır. “Peki neden hayal edip gerçekleştiremiyoruz” diye aklınıza takılmasın lütfen, o kitapları yazanlar hiçbirinizin bunu başarmasını istemiyor. Zaten başkası için bir şey istemek ya da gerçekleştirmesine yardım etmek mümkün değildir. Herkes kendi yöntemleriyle ancak kendisi için isteyebilir. Milyarlarca insanın hayallerini gerçeğe dönüştürmesi için milyarlarca yöntemi var demektir. Bir yazarın önerisinin sizde işe yarama olasılığı da bu durumda milyarda bir veya ikidir. Çünkü hepimizin beyninin işleyişi eşsizdir. İsteklerini gerçekleştirmek için kullanması gereken yöntem nasıl aynı olabilir? Ama beyni iyice inceler ve karşınızdaki insanı yeterince tanırsanız hayal edip gerçekleştirmesini sağlayabilirsiniz”
“Ne yani çok istedin ve düşünce gücüyle mi öldürdün bu insanları? Ne anlatıyorsun sen?” dedi Eşref Komiser. Sinirleri iyice gerilmişti.
“Çok istedim ama benim düşüncelerim yüzünden ölmediler, kendi düşünceleri yüzünden öldüler. Ben yalnızca yolu gösterdim. Bu konulara yabancı olduğunuz için uzun uzun anlatmam gerekecek, bir su ikram etseniz mesela? Yorulup susmamı istemezsiniz değil mi?”
Eşref komiser adamın deli olduğunu düşünürken Erdem anlatacaklarını çok merak etmişti. İnanması zor olsa da bazı insanların böyle değişik güçleri olabiliyordu. O yüzden bir an önce suyun gelmesini ve adamın kaldığını yerden devam etmesini bekliyordu. Bu tam aradığı hikayeydi. Kitabını çok satanlara bile sokabilirdi. Nihayet su gelip de Mikail bir dikişte bitirince yeniden konuşmaya başladı. Erdem, elinde kağıt kalemle not almaya başladığında Eşref komiser ters ters bakmıştı, ama Erdem görmemiş gibi yapıp can kulağıyla anlatılanları dinlemeye devam etti.
“Ne diyorduk? Ha, insanları düşünce gücüyle mi öldürdüm? Hem evet, hem hayır. Aslında rüya görmeselerdi kurtulabilirlerdi biliyor musunuz? Önce size rüyanın ne olduğunu anlatmalıyım. Rüya uyanıkken aklımızda bulunan düşüncelerin yansımasıdır. Rüyanın hammaddesi çok ucuzdur. Gün içinde yaşanılan olayların tekrar canlandırılmasıdır. Beyin, o gün yaşadıklarını sentezlemek, belki de anılarına olduğu gibi değil de hayal ettiği şekliyle eklemek için günlük tutar gibi olayları yeniden yaşatır. İşte böyle basit bir kaynaktan beslenen rüyaların hammaddesi bu yüzden ucuzdur”
“Daha ne kadar dinleyeceğiz bu zırvaları?” diye bağırıp ayağa kalktı Eşref Komiser. Erdem ise en heyecanlı yerinde kaldıkları için hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Abi sen çık, ben hallederim,” dedi. Hem böylesi onun için de daha iyi olacaktı. Kitabı için onlarca soru sorabilirdi. Nihayet baş başa kaldıklarında Mikail konuşmaya devam etti.
“Komik değil mi? iki kadının birbirine karşı olan nefreti ve kini ölmelerine sebep oldu. Halbuki biraz sevmeyi becerebilselerdi, ah biraz sevebilselerdi… Demem o ki beyni hafife almayın, beynin oldurma gücü inanılmazdır.”
“Peki sen bu cinayetin neresindesin? Kendi düşünceleri öldürmüş onları diyorsun?” Erdem’in iyice kafası karışmıştı.
“İki tip insan vardır. Başına gelen olayları çözmek için bilime inanlar ya da başına gelebilecek olayları öğrenmek için falcıdan, medyumdan medet umanlar. Gün içinde kin ve nefretlerini kustukları, gelecekte ne olacağını sordukları kişi bendim, medyumları. Olayları onlara defalarca anlattırdım ve rüyalarına girecek kadar önemsemelerini sağladım.”
Erdem’in yazarlık kariyeri için güzel bir hikâye olsa da polislik kariyeri için tam bir felaketti. Adamı odada bırakıp dışarı çıkması ve düşünmesi gerekiyordu.
“Beni cinayetten yargılayamayacaksınız. Çünkü elinizde delil yok. Anlattıklarımı delil olarak sunsanız hepimizi birlikte tımarhaneye tıkarlar. Şimdi dışarı çıkacaksın. Komiserine olanlarını anlatacaksın ve Eşref Bey’in aklından beni temiz bir dövmek geçecek. Hatta daha da ileri giderek bu davadan kurtulmak için hepsine zehir içirdiğimi itiraf ettirmeyi bile düşünecek. Ona söyle, ne istediğine dikkat etsin” deyip kahkahayı bastı. Erdem’in tüyleri diken diken olmuştu.
Birkaç saat sonra Mikail, Eşref komiserle bir daha karşılaşmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün gazetelerde cinayetle ilgili tek bir haber bile yoktu. Mikail kızmıştı. Ama yapacak bir şey yoktu, bekleyecekti. O sosyetik kızın ailesi de magazinciler de bu işin peşini bırakmayacaktı, buna emindi.
Bir sabah Mikail uyandı, ılık suyunu içti, ağzına birkaç leblebi atarak balkona çıktı. İçinde tarifi imkânsız bir duygu vardı. Haberleri dinlemek üzere radyosunu açtı. Yıl kaç olursa olsun okumak ya da izlemek yerine dinlemeyi tercih ediyordu. Çünkü duymak en güvenilir duyuydu. İnsanlar birbirlerinden nefret ettiklerini göstermiyor ama kulağı sağır edecek kadar yüksek sesle haykırıyordu.
- Aynı ajanstan üç kişinin ölümüne sebep olan cinayet sonunda çözüldü. Aralarında sosyetenin gözdelerinden Merhum Sezin Meram’ın da bulunduğu davada katilin suçunu itiraf etmesiyle emniyet güçleri de derin bir nefes aldı.
Mikail arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Kendisinden bahsedildiğini dinlerken başka hiçbir duyu organının işe karışmasını istemiyordu. Yalnızca söylenenlere odaklanmalıydı.
- Polis olayla ilgili şüphelileri gözaltına almış, ancak uzun süre delil yetersizliğinden dolayı davayı sonuçlandıramamıştı. Aynı işyerinin karşısındaki büfede çalışan, daha önce de adam yaralamaktan sabıkası bulunan A. T. emniyetteki sorgusunda öldürülen üç kişinin siparişlerine zehir kattığını itiraf etmiş ve nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanmıştır.
Mikail gözlerini açtığında duyduklarına inanmak istemedi. Radyoyu susturmak için kaptığı gibi salona fırlattı, ancak spiker susmuyordu. Evden çıkarak kalabalık caddenin ortasında durdu. Gözlerini kapadı, insanları dinledi. Kendi kin ve nefretlerinin içinde boğulan ve böyle yaşamaya alışan insanları, başarısızlıklarını örtbas etmek için kurdukları kumpasların içinde oradan oraya savrulan insanları… Eşref Komiseri düşündü. Ne istediğine dikkat etme sırası artık ondaydı.
Erdem yaşamalıydı, çünkü olana bitene şahit olan birilerinin bu hikâyeyi anlatması gerekiyordu. Çünkü insanlığın kurtuluşu bu hikâyeyi ne kadar ciddiye aldıklarına bağlıydı.
*Bu hikaye Dedektif Dergi'nin 35. sayısı için yazılmıştır.
Comments