top of page
Ara

BÜYÜKLERE MASALLAR

Duygularını kaybediyorlar, sonra da arkasından tekerleme tutturuyorlarmış: “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi"

Bir varmış bir yokmuş. Kral ve kraliçenin yönettiği bir ülkede çok mutlu insanlar, barış ve huzur içinde yaşıyorlarmış. Mevsim hep ilkbahar olduğundan mahsuller bereketli, toprak hep canlıymış. Bir gün şiddetli bir fırtına çıkmış, her şeyi yerle bir etmiş; mevsim kışa dönmüş, soğuklar baş göstermiş, kıtlık başlamış. Halk yiyecek ekmeği bile zor bulur olmuş. O sırada sarayda her gece şölenler düzenlenmeye ve eğlenceye devam edilmiş, çok sevdikleri kral ve kraliçeleri halkını hiç önemsememiş ve bolluk içinde yaşamaya devam etmiş. Bu durumdan rahatsız olan birkaç kişi, ülkenin büyücüsüne gitmiş, durumu anlatmış. Büyücü halkın zenginleşmesini sağlayabileceğini, saraydaki tüm altınları bir gecede halka bölüştürebileceğini söylemiş. Yalnız tek bir şartı varmış; bolluk içinde yüzmek isteyenler bunun karşılığında tüm duygularından vazgeçecekmiş. Artık ne sevebilecekler, ne üzülebilecekler ne de özlem duyabileceklermiş. Kabul edenlerin o gece kapısının önüne bir sepet koymalarını istemiş. İçine de altınların onlara ne hissettireceğini yazdıkları bir kağıt bırakmaları gerekiyormuş. Büyücü işini şansa bırakmadan insanların en çok ihtiyaç duydukları duyguları yok etmeye kararlıymış. Kağıtta yazanları tek tek insanlardan silecek, duyguların kırıntısını bile bırakmayacakmış. O gece tüm halk toplanarak aralarında konuşmuş, büyücünün taleplerini dinlemiş ve daha evine dönmeden kararını vermiş. Hepsi zengin olmayı duygulu olmaya tercih ederek şartları kabul etmiş, hatta kral ve kraliçenin birkaç yakın dostu, sarayda bolluk içinde yaşama şansları olmasına rağmen gece kapılarının önüne sepeti koymuşlar. Sabah uyandıklarında masalarında külçelerce altın ve duygularını yazdıkları kağıtları bulmuşlar. Ne altınlara mutlu olabilmişler ne de heyecan hissetmişler. İşte “duygusal sağırlık” diye adlandırılan aleksitimi, hırsına yenilip kralın altınlarına sahip olmak isteyen ve bunun için tüm duygularından vazgeçen bir halk yüzünden başlamış ve günümüze kadar ulaşmış.

Masal da aslında tam olarak bundan sonra başlamış. Gel zaman git zaman bu ülkenin halkı dünyanın çeşitli bölgelerine yayılarak günümüze kadar gelmişler. Aralarından bir tanesi atalarının yaptığı hatayı düzeltmek ve büyüyü bozmak için bir yol aramaya başlamış. Psikoloji bölümünden mezun olmuş, yüksek lisansını sosyoloji üzerine yapmış, tüm eğitim hayatını insan duygu ve davranışlarını çözmeye adamış ve bu konuda sayısız makale yayınlayarak adını duyurmuş: Duygu Toplayıcı.

Mahkeme kararıyla aldığı bu ismin hakkını vermek üzere çalışmalarına başlamış. Tek amacı varmış; hissedemediği tüm duyguların koleksiyonunu yapmak. Eğer tüm duyguları zıttıyla buluşturursa büyünün bozulacağına inanıyormuş. Başlangıç noktası için defterine insanların en çok peşinden koştuğu duyguları yazmış: Mutluluk, aşk, cesaret. Mutluluğu anlamak için hüznü, aşkı anlamak için nefreti cesareti anlamak için korkaklığı bilmesi ve her iki duyguyu bir araya getirmesi gerektiğine inanıyormuş. Büyük harflerle yazdığı aşk kelimesinin altını çizmiş. Önceliği ona verecek, ona aşkla bağlı olan sevgilisinin kendisinden nefret etmesini sağlayacakmış. Hiç zorlanmamış. Çünkü aşk kadar nankör bir duygu daha yokmuş. Hem de ne nankör! İnsanların aşk sandığı aslında karşısındakinin onları sevme şekliymiş. İnsanların aşk sandığı karşısındakinin ona verdiği değere duyduğu ihtiyaç, eşsiz olduğunu hissetmeye duyduğu açlık ve tek başına bulamadığı mutluluğu ona vereceğine inandığı bir sevgili beklentisiymiş. Duygu, hiçbir duyguyu tanımamasına rağmen eğitimi ve taklit yeteneği sayesinde kendine aşık olmasını sağladığı ve altı aydır birlikte olduğu adama karşı önce ilgisini azaltmış, aralarındaki kavgalar çoğalmış. Yaptıklarına karşı umursamaz davranmış, adam hırçınlaşmış. Onu mutlu etmek için çaba sarf etmemiş, adam yavaş yavaş kendisinden uzaklaşmış. Ne zaman ki Duygu’nun bir sevgiliye ihtiyacı olmadan da mutlu olduğunu görmüş, adam onu aldatmış. Hem de bunun için utanmadan Duygu’yu suçlamış. Aldatıldığını duyan Duygu hiç tepki vermeyince de istediğini elde ederek sevgilisinin nefretini kazanmış. Çok büyük aşkın nefrete dönüşmesi yalnızca birkaç haftada tamamlanmış.

Sıra mutluluğa gelmiş. Aslında mutluluğu zıttına çevirmek en kolayıymış; çünkü insanların çoğu kısa süreli duygu yoğunluğu yaşasalar da, konu mutluluk olduğunda hayatlarının büyük bir bölümünü zaten duygu körlüğüyle geçiriyorlarmış. Gerçek mutluluk, ancak bilgelikle olurmuş ve hayatını başkaları tarafından kabul görmek üzerine kuran, mutluluğun, çevresindeki insanlarla ilişkisine bağlı olduğuna inanan insanın hedonist olması, bir hayvanın bu bilgeliğe ulaşmasından bile zormuş. Çünkü insan kendi için yaşamayı asla beceremeyen bir canlıymış. Hayatı boyunca oynadığı yakalamaçta mutluluğu yakalamak için peşine ondan daha hızlı koşan mutsuzluğu taktığının farkında bile değilmiş. İşte bu yüzden büyük bir keyifle satın aldığı bir eşyayı arkadaşı beğenmediği anda mutsuzluğa yenilen, kendini başkalarının gözündeki değeriyle tartan, hislerini sahip olduklarıyla ölçmeye çalışan insan, iki duyguyu zaten iyice iç içe geçirerek kördüğüm etmiş. Ama Duygu yine de vazgeçmemiş ve büyüyü bozabilmek için her güzel duyguyu kendi elleriyle mahvetmek üzere plan yapmış. En yakın arkadaşına doğum gününde sürpriz parti düzenleyecekmiş gibi hazırlıklara başlamış ve arkadaşının durumu anlaması için parti ile ilgili notlarını ortalıkta bırakmış. Arkadaşı ise durumu fark etmesine rağmen mutluluğunu saklamış ve sürprizi bozmamak adına susmuş. O gün geldiğinde de ortada parti filan göremeyince mutsuzluk yine mutluluğu bir hamlede yakalayıvermiş.

Duygu, yıllarca uğraşarak defterine yazdığı tüm duyguları insanlara zıttıyla yaşatmayı başarmış. Sonra bir sabah içinde anlam veremediği bir boşluk hissi ile uyanmış. Neler olduğunu anladığında o boşluk yerini özgürlük hissine bırakmış. Büyü bozulmuş; artık hissedebiliyormuş ve artık ruhu özgürmüş. Bunun keyfini çıkarmak için komedi filmlerine kahkahalarla gülmüş, sokakta ölen bir kedi görünce hıçkırarak ağlamış; hatta aşık olmuş, sevgilisini başka kadınlardan bile kıskanmış. Sonra birden bir sabah yine içinde aynı boşluk hissiyle uyanmış. Bu sefer ilki gibi değilmiş, bu seferki boşluğu nasıl dolduracağını bilemiyormuş; çünkü insanlığın gerçekliği ile yüzleşmiş: Alışmak! Yetinememek, hissedebilmek için daha fazlasına ihtiyaç duymak. O zaman anlamış ki mutluluğun peşine mutsuzluğu takmak aptallık değil, bir ihtiyaçmış. İnsanların yakalamaç oynadıklarını sanırken, hepsinin bitmeyen bir saklambaca hapsolduklarını anlamış. Duygularını kaybediyorlar, bazılarını ise bilerek saklıyorlar, sonra da arkasından bir tekerleme tutturuyorlarmış: “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi”

Sabah uyanıp gece yatana kadar şeytanın sakladıklarını aramakla ya da daha derine saklamakla geçiyormuş ömürleri. Peki kimmiş bu şeytan?

Büyü bozulmuş bozulmasına da Duygu Toplayıcı artık eskiden olduğu kişi değilmiş; o da yalnızca kendi için yaşamayacağının farkındaymış. Artık her duygu için başka insanlara ihtiyaç duyacak, hep daha fazlasını arzulayacak, duygularını canlı tutmak için savaşacak, istediğini alamadıkça birilerinin canını yakacakmış. Bazen saygı görmek için bastırmak zorunda kaldığı duygularını şeytanına saklatacak, bazen de saklambaçta en ihtiyaç duyduğu duyguları bulmak için delicesine uğraşmak zorunda kalacakmış. Bu aslında bir oyun değil; kazananı durmadan değişen bir savaşmış. Çocukluğumuzdan itibaren oynadığımız tüm oyunlar bizi fark ettirmeden bu savaşa hazırlamış. Ve bu savaşta insanlığı kötülüğe iten şeytanın alıp götürdüğü, satamadığı için geri getirdiği duygulardan yalnızca biriymiş. İntikam!







bottom of page